Niyazi Kara

Çığ ve kar tanesi!

Niyazi Kara

“Düşen bir çığda hiçbir kar tanesi kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz.”

 

-Oscar Wilde-

 

Mecliste herkes arkasına yaslanmış çıt çıkarmamacasına bir dikkatle karşılarında ayakta duran adamı dinlemeyi bekliyorlardı. Adam herkesin görebileceği bir yere bir de taşınabilir yazı tahtası dikmiş, üst kısmına bir şeyler yazıyordu. Yazdığı sözün sahibini de altına yazdı.

 

“İrlanda da doğmuş, Fransa da ölmüş bir yazardır,” dedi. “İngiliz, Fransız karışımı bir kültür ve dil.”

 

Meclis hafiften dalgalandı, başlar sağa sola döndü. Kimse bir şey demedi. 

 

Konuşmasına devam etti:

 

-Doğru, her zaman her yerde doğrudur. Düşünenler, aklidenler için yol birdir. Doğru ve yanlışın en hassas terazisi vicdandır. Vicdan kavramı kültürler, coğrafyalar ve hatta dinler üstü bir terimdir. Şimdi burada, diliyle, diniyle, kültürüyle ve dahi yaşadığı zamanla bizden farklı olan bir insanın sözünü, söz başı olarak alıyoruz. Ne anladığımızı bir düşünelim. Saf vicdanınıza danışacak olursanız bu düşünceyle ortaklaşmaktan başka çıkar yolunuz olmadığını göreceksiniz. Bunu itiraf etmek zorunda değilsiniz.  Kendiniz farkında olun, bilin yeterli.

 

“Düşünün!” ifadesi mecliste bulunan herkesin hem hoşuna gitmiş hem de yüzlerine yansıyan şaşkınlıklarına sebep olmuştu. Varlıklarının görülmesi, akıllarının var sayıldığı fikri hoşlarına gitmişti. Lakin düşünme eylemi hele de –ya sorulursa düşüncesiyle- bir sonuca varıp bunu ifade etmek zorunda kalırsam fikri, yüzlerde şaşkınlığa yol açmıştı.  Gözler bir biri ile temas kurma derdine düşmüştü. “Birileri bir şey söylese de bizi kurtarsa.  Doğru yanlış önemli değil…”

 

Adam, meclisten birinin kıpırdanışını gördü. Eliyle işaret etti. Buyurun lütfen!

 

“Peki, biz bunu nasıl ayırt edeceğiz? Diyelim ki fark ettik nasıl çözeceğiz? Herkesin tersine mi gideceğiz, adama deli demezler mi?”

 

Adam gülümsedi. Sözün yazılı olduğu tahtaya birbirine bitişik bir sürü yuvarlaklar çizdi. Ekse riyasını siyaha boyadı. Arada birkaç tane içi boş yuvarlak kaldı. Tahtanın beyaz rengi onlara renk olmuştu. Adam meclise döndü: “Tüm sorulara tek cevap vereceğim,” dedi.

 

Durakladı, gözlerini şöyle bir gezdirdi. Herkes merakla bakıyordu.

 

“KENDİNE BAK!”

 

Evet, kendine bak. Herkesin bir ucundan tuttuğu “yanlış,” aklın bir oyunu olarak kendini “doğru” olarak kabul ettirebilir. Bu bir savunma mekanizmasıdır. Ne var ki, “ saf akıl, akl-ı selim, sağduyu ya da vicdanî akıl”  ne derseniz deyin; o, yanlışı görür ve kabul etmez. Siz tablodaki beyazlar gibi kalmaya devam ettikçe etrafınızdaki siyahlıklar sizin renginize bürüneceklerdir. Yoksa sizin renginizi kaybetmiş olmanız doğruya helal getirmez.

 

Adam, yazdığı yazıyı silmeden, çizdiği yuvarlaklara dokunmadan tahtanın dayandığı tek kolu düzelterek, tahtayı alıp meclisten ayrıldı. İçeriye derin bir sessizlik çökmüş kimsenin dizinde ayağa kalkacak takat kalmamıştı.

 

Şimdi bir daha düşünelim, önüne geleni yutan, yıkan, öldüren çığın tahribatından bizim de sorumluluğumuz var mıdır?

 

Başkalarının kusurlarının olması bizim kusurlarımızı meşrulaştıramaz. Ötekinin kusurlarının gözetleyicisi olan kendini göremez. İşte o zaman kendi aklının tuzağındasın demektir. Başka düşmana ihtiyacın kalmaz.

 

“Kendine bak, kendini bil!”

 

Muhabbetle…

Yazarın Diğer Yazıları