Niyazi Kara

Okumak! Ama nasıl?

Niyazi Kara

Bu işte bir yanlışlık var gibi geliyor bana! Yine karıştırdık… Okuryazar olmak ile okumak kavramlarından bahsediyorum.

Okuryazar olmak, hemen ilk çocukluk döneminde teknik olarak öğrenilmiş bir bilginin kişi tarafından kurallarına uygun olarak davranışa dönüştürmesidir. Her ne kadar bir süre sonra özellikle yazma kurallarının iyiden iyiye kaybolduğunu görür olsak da okuma becerisi –mecburiyetten- kendini koruyabilmektedir. Geriye kalan, alfabeyi okuma bilgisi ile ömrünü tamamlayan milyonlar vardır. Yazma becerisinin yok oluşunu semt pazarlarındaki ürün etiketlerinden, mahalle arası marketlerdeki etiketlerden ve daha birçok esnafın camına asılı duyuru ve ilanlardan görebilirsiniz. Sosyal medya üzerindeki “herkeZcileri” saymıyorum. 

Okumak eylemi, okuryazar olmaktan farklıdır. Her şeyden önce süreklilik ister. İlk okumayla başlayıp gündelik zorunluluklar ile sona ermez. Okumak, beraberinde- olmazsa olmaz- başka bir kavramı zorunlu kılar: Anlamak. Belki de, yapılan bütün istatistiklerde ülkemizde okuma oranının sürekli düşük çıkmasının altındaki büyük sebeplerden biri de “anlamanın” dayanılmaz zahmetinden kaçıyor oluşumuzdadır. Bugünün dünyasında görsellik ve işitsellik daha ağır basmaktadır. Lakin gözden kaçırılan bir şey varsa o da, görselliğin ve işitselliğin sürekliliğinin takibi sırasında düşünebilme, anlayabilme anının kaçırılmasıdır. Böylece muhatap olduğumuz kurgu neyi amaçlamışsa sadece o kalıyor elimizde. Çünkü vurgu onun üzerinedir. Hem bu kadar da değil. Anlamakla ilgili şu sözü okur musunuz: “Anlamak masraflı iştir; emek, gayret, samimiyet ister.” Rahmetli Sezai Karakoç’a ait bu sözün çokça bilindiğinden eminim. Devamı da var, önceden okumuşluğum da. İşte, sözde geçen emek, gayret okumanın temel şartlarındandır. Samimiyet bahsine gelince bende açılan başka bir pencereden anlatmalıyım. Okumakta samimiyet, bilmeyi gerektirir ve her şartta hakikatten yana olmayı gerektirir. Doğru söz, senden olmayandan da çıkmış olsa kabul etmeyi gerektirir. 

İnsan okudukça bildikçe hakikate bakışı değişir. Bütün ömrümüzü bir Bilgi’yi bilmeye geldiğimizi hiç düşündük mü? 

Sormadan, sorgulamadan, şüpheye düşmeden geçen bir ömür,  zatına verilmiş akıl melekesine haksızlık değil de nedir? 

İnsana bakan hakikatin en az iki yüzü vardır. Bir görünen, iki görülen yüzü. Çoğu zaman gördüğümüzü görünen zannederiz. Bu ikisinin şüphesiz tekliği bize gerçeklik duygusunu verir. Kişi sadece görünende veya görülende kalırsa varsayılan gerçekliğin renk değiştirmesine şaşırmamalıdır. Tabi, fark edebilene! Aksi takdirde zaten içinde olunulan yanılgı hakikat postuyla sonsuza kadar yaşayabilir. 

Görünen ile görülenin bir noktada tekleşmesi, bilmenin emek ve gayret safhasına yani okuma eylemine bağlıdır. Her ne olursa olsun tek taraflı bir okuma kefesi eksik teraziye benzer. Denklikte ortaya çıkacak hakikat için akıl terazisinin bu şekilde okumaya ihtiyacı vardır. Böyle bir emek ve gayretin sonucunda samimiyet de göz ardı edilmez ise hakikate giden yolda yalnızlaşmaya başladığını fark etmen uzun sürmez. Kitaplar, yalnızlığa giden hakikat yolcusunun yoluna döşenmiş taşlara benzer. 

Yürüdükçe insana dair, dünyaya dair, olup bitene dair ve Bilgi’ye dair bir fikrin olur. 
“Akletmez misiniz?” sorusu, sonunda bir fikir oluşturmayacaksa neden sorulsun ki? 

Bilirsiniz o meşhur sözü: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlardan ne çekiyor bu insanlık?”

Muhabbetle…
 

Yazarın Diğer Yazıları