Şule Kirişci

Tatil demek, açık büfe yemek değil!

Şule Kirişci

Son dönemlerde oldukça yaygınlaşarak varlığını her geçen gün daha fazla hissettiğimiz açık büfe kahvaltı, ya da öğle akşam yemekleri. Bilhassa tatil için konaklanan otellerde- abartı düzeyinde- onlarca çeşit yiyecek içecek ikramları güzel mi? Evet güzel.  Zor olan kısım bu ikramları tüketirken iç dünyamızı yönetebilmek. Oysa herkes birbirine israftan konuşurken ne kadar da kendinden emin. Dünyada açlık çeken ülkelerin videolarını sosyal medya hesaplarından paylaşmak konuya duyarlılığı ifade etmek için yeterli değildir. Çok daha fazlası gerekli!  

Her ne kadar Fransa’dan dünyaya açılım yapmış olduğu söylenenler arasında olsa da, tarihinin Ortaçağ’a kadar uzandığı bilinenler arasında. O dönemlerde insanlar zenginliklerini göstermek amacıyla salonun bir köşesine piramit şeklinde bir sergi alanı oluşturur, zenginlik emaresi olan eşyalarını sergilermiş. Sosyal statüye göre de rafların sayısı değişiklik gösterirmiş, örneğin dükün evinde beş raflı bir alan oluşturulurken, Lordlar da bu sayı dört, sıradan bir soyluda üç gibi… Azalarak sıralanırmış. Sonraları bu eşyalarla birlikte yemekler de bu raflara sıralanmaya başlamış. Bu sergileme şeklinin, bugün kurulan açık büfelerin esin kaynağı olduğu söylenmektedir. 

Lüks oteller, kafeler yiyecek ve içeceklerin zaman zaman çeşitli organizasyon adları altında açık büfe olarak sunumunun en çok yapıldığı yerler. İşletmeler açısından çok sayıda gıdayı müşteriyle buluşturma noktasında düşük maliyet ve zahmetsiz oluşu nedeniyle tercih sebebi olmasını anlayabilirim. Kalabalık misafirleri evde ağırlamakta başvurduğum yöntem olmuşluğu vardır. Lakin zaman zaman bazı insanların açık büfe önündeki manzarasını izlediğimde “kıtlık anonsu yapıldı, benim mi haberim yok’’ diye şüpheye düşmüşlüğüm çoktur. Buralarda adeta bir iç denetimsizlik süreci yaşanmakta… İster kafede ister otelde “Bir hayli ücret ödedim. Verdiğim ücretin karşılığını almalıyım.’’ düşüncesi hakim. Hatta öyle bir almalıyım ki, karşılığını aynı tabağın içinde ekşili patlıcan dolmasının yanına baklavayı da sıkıştırmak gerek, tam dolmadı bir parçada balık koyalım mantığı veya Cem Yılmaz’ın  “ yayla çorbasını içerken revaniyi kesiyosun ya’’ sözü iç denetimsizliği pekiştirir nitelikte.

Açık büfenin önünden tabağı dolduraraktan geçtik, masamıza konduk. Masada tabağın başına oturup birkaç çataldan sonra, hissedilen doygunluk ve tabakta bırakılan yemekler için göz ucuyla diğer masaları kontrol edip yandaş aranmaya başlanır. E tabi vicdanları da rahatlatmak gerek. Tabağı önce doldurup sonra çöpe gitmek üzere tabakta bıraktık kalktık ya… İsraf had safhada. Oysa ki her insan ne zaman, ne kadar gıda tüketebileceğini, sevdiği- sevmediği yiyecekleri bilir.

Açık büfe denilince iki cümlenin altını kırmızı kalemle şöyle kalınca bir çizgi ile çizmek gerekir. Açık büfe fazlaca seçenek sunulması ve bunlardan tabaklara sınırsızca alabilme özgürlüğünün verilmesi! Bir sonrası, bize düşen bu çeşitliliğin ve sınırsızlığın karşısında hırslarımıza kapılmadan, ne istediğimizi bilerek hareket etmektir. 

Yaşadığımız dönemin mübah olan nimetlerinden yararlanmak, farklılıkların ve yeniliklerin farkına varabilmek adına elbette hakkımızdır. Fakat bu haktan yararlanırken Müslümana yakışan zerafeti ve ölçüyü elden bırakmamak en güzeli. Bugün dünyada yiyecek içecek sıkıntısı içinde ıstırap halinde olanların sayısı bir hayli fazla. Olası gıda krizi ile her geçen gün bu sayının artma riskinin bulunması ise son derece endişe verici. İyisini düşünelim; farz edelim dünyada aç ve yoksul yok, bu davranış büyük israf olmakla birlikte, gelecek nesillerin hakkına tecavüz, artı doğaya karşı büyük saygısızlıktır. İslam ahlakı ve adabından uzak, insan olarak vicdanlara da terstir.

Cemal Süreya’nın çok beğendiğim bir sözü var. “Yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.’’ 

Cemal Süreya’nın bu sözünü yediğimiz her yemeğe katık edebilmek bütün maharet…

Sağlıcakla kalın.
 

Yazarın Diğer Yazıları