Siyaset Etiği Üzerine

Siyaset Etiği Üzerine
TAKİP ET Google News ile Takip Et

Önümüzdeki 24 Haziran 2018’de Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento Seçimleri yapılacak, memleketimiz ve insanlık için iyiliklere vesile olmasını dilerim. Akademik ortama girdiğim 1995’ten beri konuşma ve yazılarımda siyasi tarafgirliğe yakın olmadım, ancak ülkenin önemli dönemeçten geçtiği bir ortamda akademisyenlerin birikiminden insanımız yararlanmayacak mıdır diye yurttaşlardan haklı bir soru da gelebilir ihtimalini saklı tutarak ülkemizde bir vakıa olan siyasi hayatın olgunlaşması ve seçimlerin kurumsal bir bağlama oturtulmasına katkı sağlaması umuduyla siyaset etiği üzerine düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmak istedim. Ülkemiz 1876’dan beri pek çok seçim yaparak iktidarları teşkil etmiştir. Bu arada bazı seçimde halkın iradesi boşa, oyları sandığa değil de çöpe gitmiş ya da kısmen yakılarak imha edilmiştir. 90’lı yıllarda da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terörün dahildeki siyasi ayağı mahut parti silah ve tehdit yoluyla halkın hür iradesine engel olmuştur. Umulur ki ilk defa halkın hür iradesi milli iradeyi belirlesin. Yıllardır koalisyon hükumetleriyle memleketi içli-dışlı parlamento-üstü etki gruplarına teslim etmek zorunda kalıp, adları vesayetçiler tarafından kasıtlı olarak “sahtekâr”a çıkarılan siyasiler bu seçimle üzerlerine aldıkları milli iradeye sahip çıkarak sivil siyasetin önünü açabilsinler. Körü körüne Batıyı taklit ve skolastik bir biçimde izleme döneminden vazgeçilip ittifakları çeşitlendirebilsin ve zoraki ittifak arayışları son bulsun. Ülkemiz, bir inkıta yaşanmadan birkaç yıl içinde savunma ile elektronik sanayisini ikmal edip dışa bağımlılıktan kurtulamadığı nükleer teknolojiyi elde edebilsin. Bu seçimle uluslararası sermaye gruplarının ülkemiz ekonomisi üzerindeki baskısı kırılıp sanayi ve hizmet sektörü rahatlasın, ardından dar boğaza girdiği söylenen inşaat sektörü de beklentilerine kavuşsun. Her alanda görüleceği gibi siyaset arenasında da iki karakter tipi vardır: İlki ideal olan, yani devlete millete yararlı birey olmak, hizmet üretmek ile tüyü bitmedik yetimin hakkın korumada duyarlı tipler. Bunlar devlet ve millet malı yiyenin milyonlarca kişinin helalliğini dilemek gerektiği inancını taşırlar. Bunlar, insanın kumaşının, mayasının, karakterinin düzgün olması için ninesinin yediği ekşi koruktan torununun dişlerinin kamaşacağına ilişkin metafizik ilkeyi özümsemişlerdir. İkinci tipler de dünyaya toplamak, almak ve biriktirmek için geldikleri inancını taşırlar. Alma ve kazanma kapısını hiç kapamazlar, devamlı isterler. Bu tiplere ebeveynleri, “devletin yeter ki kuyruğundan tut, başa kadar gidersin” telkininde bulunurlar. Bu yüzden olsa gerekir ki, ahlakı karaktere indirgeyen Platon, “sıradan insanın ruhuna doğruluk ekmek, kör bir adama görme gücü vermek kadar imkansızdır”, dediği gibi bunlarda erdemlilik aramak beyhude bir çabadır. Hangi mevkii ve konumda olursa olsun, hangi şart ve durumda bulunursa bulunsun siyasetle iştigal eden kişiler, metafizik, etik ve estetik duyarlıktan ayrılmamaları gerekir. Çünkü insanların davranış ve tutumları -aşkın ya da içkin olsun- ortalama bir değer ve erdem tanımına bağlı olarak belirlenebilirse, insana ilişkin kuşkular belki de gündeme gelmeyecek; ya da en azından yanıtları verilmiş olacaktır. İyilik yapma’yı genel ya da evrensel anlamda benimsemek, yani başkalarına iyilik yapmak adına değil de, ‘ben’e yöneltmek adına gösterilen çaba ve uğraşın toplumu ve kendimizi esenliğe çıkarmamız güçleşir. Gönlümüzdeki, benim yaptığım ‘uygun’, normal, başkalarınki ‘uygunsuz’ anormal anlayışı, ‘uygunsuz ise benimki de başkasınınki de uygunsuzdur anlayışına dönüştürülemedikçe ve bir toplumda suç işleyenlerin yalnızca zayıf olanlarına ceza uygulandıkça,  kanunların,  kimilerine acımasız yasa, kimilerine de büyük fırsat alanları oluşturması anlayışından uzaklaşılmadıkça, huzur ve mutluluk bize yüzünü göstermeyecektir. İyilerle kötülerin barış ve esenlik içinde yaşatılabileceği üzerine düşünenler bu amaca nasıl ulaşılacağını ortaya koyabilmiş değillerdir. Bu amaca ulaşabilmek için, insanın doğasındaki ontolojik karşıtlığı ortadan kaldırma çabaları yerine insanın doğasındaki bu ontolojik karşıtlıktan bir işlevsel uyumlu birlik oluşturabilmenin yolu denenmelidir. Doğasında ontolojik olarak iyilik ve kötülük duygusunu birlikte barındırabilen insana ‘sınırsız ve koşulsuz’, değer üretme yetkisi verildiği anda ‘insanın ivedilikle insana karşı korunması’ bir zorunluluk haline gelmektedir. Bireyin “salt benci işlev”i toplum ve insanlığın yararı olgusuyla törpülenmelidir. Evet! Bireyin benliği asketik (çileci) ahlaklarca öldürülmemeli, ancak diğerkamlık duygusuyla aşırı istek ve eğilimlerinin topluma ve insanlığa zarar vermesi de önlenmelidir. Çıkarları ve eğilimleri farklı iki kişinin arasındaki sağlıklı ilişkinin çatışma yoluyla değil de, dayanışma temeli üzerine kurulabileceği düşünülmelidir. Davranışlarımıza göre ilke ve değerleri belirleme yerine davranışlarımızı ilke ve değerlere göre belirlemeliyiz. Tersi durumda, bütün uğraş ve çabalara karşın, olumsuz tiplerin toplumda etkin olmalarına engel olunamayacaktır. Sonra bu ön kabul hem söz hem de eylem olarak benimsenmelidir. Sözde herkes iyiliğin yandaşı, ama sınanma kendimize geldiğinde ilkeler, ilahi buyruklar gururumuzun, küçücük çıkarımızın, hatta bir hobimizin bile gerisinde kalabilmektedir. Ersin Balcı’nın İtalya, Devrim ve Çürük Elmalar başlıklı yazısıyla 12/6/1995 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde ünlü İtalyan savcı Di Pietro’nun dünyanın görsel ve yazılı medyasında ilk haber olduğu günlerde İtalya’nın genç kuşak toplum bilimcilerinden biri olan Luigi Berto’nun şu ifadelerine yer verir. “Milano’lu bir savcı, Antonio Di Pietro,  çevresindeki bir grup arkadaşıyla birlikte ‘temiz eller’ adıyla bilinen bir operasyon başlattı. Pietro, yolsuzluk urunu İtalyan yönetiminden kopartmakla toplumun vicdanı haline geldi. Bir anda kahraman oldu. Ama bu sanılanın aksine fazla bir şey ifade etmiyor,  Pietro’nun yapabileceği hiç bir şey yok. Bakın,  benim alışveriş ettiğim manav Pietro’nun posterini dükkânına astı, ama çürük meyveleri bana kakalamayı yine de ihmal etmiyor. Durum çok açık:  Suçluları yuhalayarak ve kahramanları alkışlayarak vicdanımızı rahatlatmak istiyoruz.  Ama hiç bir şekilde kendimizi değiştirmeyi,  başka bir varlık alanına doğru açılmayı bir türlü göze alamıyoruz.” Söz konusu durum her zaman insanlığın kangren olmuş dünya çapındaki yarasına parmak basılıyor. Dikkat edilirse doğruluk,  dürüstlük,  iyilik sözde itibar görmesine karşın özde, yani eyleme dönüştürülüp yaşamsallık kazandırılamıyor. Neredeyse herkes değişimden yana gözüküp mevcut durumun değişmesini istiyor. Ancak değişmesini istediğimiz durumun gerçekleşmesi için bizim de değişmemiz, hatta değişimin öncelikle bizden başlaması gerektiğini asla düşünmüyoruz. Değişmesi gerekenlerin bizim dışımızdakiler olduğuna inanıyoruz. Değişimi istediğimize göre, öncelikle değişmesi gerekenin biz olduğunun üzerinde durmuyoruz. Bu düşünceye toplumun büyük çoğunluğu kapıldığı zaman toplumsal değişimin iyiye doğru gerçekleşmesi de doğal olarak mümkün olmuyor. Kötülüğe şiddetle isyan ederiz,  çünkü bize karşı yapılmıştır,  bizim başkalarına yaptıklarımız,  kötülük değil haklı bir cezalandırmadır. Adaletsizliğe karşı infial halinde tepki gösteririz,  çünkü bir ucu da bize dokunmuştur,  biz başkalarına adaletsizlik yapmayız,  olsa olsa hak ettiğini yapmışızdır.  İnsanlar adaleti,  kendilerine adaletsizlik yapıldığı zaman hatırlıyor. İnsan öğesi düzelmedikçe hukuksuzluğa her kesim maruz kalacaktır. Açık toplum modeliyle önce fiziki sonra da manevi alanda aydınlanacağına inandığım ülkemizde ahlaksal değerlerin bireylerin yaşantısında beklenen etkiyi oluşturabilmesi için öncelikle kendine yeterli bireyler olarak, doğruya ulaşmanın yolunu öğrendikten sonra nasıl ki kendi “doğru”larımızı kendimiz bulmaya çalıştığımız gibi kendi “iyi”lerimizi de kendimiz bulmamız gerektiği üzerinde düşünmeliyiz. Dolayısıyla iyi olduğuna karar verdiğimiz ahlaksal değerleri içselleştirip, “birey” ve “başkası” karşıtlığını ‘birlikte yaşama istenci’ potasında zıtların ahenkli birliğine dönüştürmemiz gerekir. Bu zıtlık aşılamazsa dini ve ahlaki değerler de ilmi doğrular gibi bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda eğilip bükülecek ve değer göreceliği yaşamı anlamsızlaştıracaktır.

Bakmadan Geçme