Ahmet Sandal

Kültür ithal etmek mi, kültür ihraç etmek mi?

Ahmet Sandal

Kültür ithal etmek, kültür ihraç etmek. Tabi bu iki kavramı böyle duyunca insan garipsiyor. İthal ve ihraç denildiğinde insanın aklına mal ve ekonomik şeyler geliyor.

Evet, ithal demek bir Ülkenin başka bir Ülkeden mal, eşya, tarımsal gıda, teknolojik ya da sanayi ürünleri satın alması demektir. İhraç demek ithalin tam tersidir. İhraç bir Ülkenin başka bir Ülkeye mal, eşya, tarımsal gıda, teknolojik ya da sanayi ürünleri satması demektir.

Normali budur. İthal ve ihraç denildiğinde normalde bunlar anlaşılır.

Gel gör ki, kültür ithali ve kültür ihracı da bir Ülke için sözkonusudur. Kültür ihraç edersen iyidir. Kültür ithal edersen kötüdür.

Hemen hızlıca sorayım, biz Ülke olarak kültür ihracatçısı mıyız, yoksa kültür ithalatçısı mıyız? (Ben kültür hakkında açıklamalarda bulunurken siz bunları düşünedurun.)

Şimdi yazımızın bu noktasında kültür nedir? Onun tanım ve açıklamasını yapalım.

Kültür yabancı dillerden dilimize geçmiş bir kelimedir. Bu kelime Fransızca culture'den türetilmiştir. Kültür denildiğinde, esasında maddi değerler ve özellikle de tarım akla gelir. Nitekim Fransızca’da ve İngilizce’de tarım kelimesi olarak “agriculture” kullanılır. Biyolojide “kültür” denildiğinde yine maddi ve gözle görülen bir mana ifade eden bir karşılığı vardır. Biyolojide kültür, bakteri ve diğer biyolojik varlıkları geliştirme yöntemidir. Yenilebilen mantarların özel ortamlarda yetiştirilmesi, hastalık etkeni bakterilerin tanımlanması için yapılan çoğaltma işlemleri kültür işlemine misal olarak verilebilir.

Kültür kelimesi Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünde şöyle açıklanmaktadır. Toplumların ya da milletlerin kendilerine özgü olan maddi ve manevi değerlerine kültür denir. Ayrıca gelecek nesillere aktardıkları her türlü düşünce ve fikir de kültür olarak nitelendirilir. Bir milletin kültürü o milletin yaşam şeklini de gösterir.

Ben kültürü kendi görüş ve düşüncelerime göre şöyle tanımlıyorum: “Bir toplumda nesilden nesile aktarılan ve o toplumun zaman içinde karakter ve özelliği haline gelen yaşam biçimi, saygı ve değer gören tüm alışkanlıkları ile tüm gelenekleri kültürü oluşturur.

Kültür denildiğinde yazar ve alimlerden benim aklıma önce Cemil Meriç gelir.

Cemil Meriç’e göre “kültür” nedir? Duyduğu ve gördüğü her şeyin aslını ve hakikatini araştıran Cemil Meriç, kültür kelimesi üzerinde de çok araştırmalar yapmıştır. Cemil Meriç’in araştırma ve görüş geliştirmede en çok üzerinde durduğu kavramlardan ikisi “medeniyet” ve “kültürdür”. Meriç’e göre medeniyet denildiğinde içeriği ve ne anlaşıldığı çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen tartışmalı bir kelimedir.

Evet, Cemil Meriç’e göre kültür de tıpkı medeniyet kavramı gibi tartışmalıdır.

Burada hem medeniyet ve hem de kültür için tartışmalı derken şunu kastediyorum. Kültür ve medeniyetten herkes herşeyi anlayabilir. Senin medeniyetin sana, benim medeniyetim bana. Senin kültürün sana, benim kültürüm bana. Esasında bunu söylemek istiyorum. Bu noktada Cemil Meriç’e göre, kültürün başı ve sonu belirsiz olduğu için ve herkese göre de değiştiği için onun ne olduğunu tahlil etmek mümkün değildir. Cemil Meriç, kültürü tanımlamanın ne kadar zor olduğu konusunda Alim Lawrence Lowell’in şu sözlerine katıldığını belirtir: “Dünyada kültürden daha kaypak bir mefhum tanımıyorum. Onu tasvir edemezsiniz, çünkü bir yerde

durmaz. Manasını kelimelerle belirtmeye kalkıştınız mı, elinizle havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki her yerde hava var, ama avuçlarınız boş.”

Bundan dolayı Cemil Meriç, “Kültürden İrfana” adlı eserinde sık sık kültürün tanımsızlığına atıf yapar. Kültürün bir çok tanımı olsa da üzerinde uzlaşılan bir tanımı olmadığı için bu böyledir.

Cemil Meriç kültürden daha önemlisinin irfan ve umran olduğunu, bu ikisinden sonra uygarlığa (medeniyete) geçiş olması gerektiğini özenle belirtir. (Bir başka yazımda irfan ve umran ile medeniyet üzerinde duracağım.)

Neyse artık bu noktadan sonra kültür tanımı üzerinde durmayalım. Yazımızın başlığında belirtilen husus üzerinde duralım. Bir de yazımızın ilk kısmında sorduğumuz şu soruya cevap arayalım.

Biz Ülke olarak kültür ihracatçısı mıyız, yoksa kültür ithalatçısı mıyız?

Bu Ülke Tanzimat denilen bir dönemden beri (1839’dan beri) Batı'dan kültür ithal ediyor ve o yıllardan bu güne kültür ihraç edemiyor. (2000 yıllardan sonra kültür ihracatçısı olarak bazı çalışmalarımız olsa da yetersiz.)

Yıl:1839 ve Tanzimat Fermanı yayınlanır. O ferman esasında bir “ithalat belgesidir.” Durun, durun, bildiğiniz ithalat yani dışarıdan mal getirme belgesi değildir. Dışarıdan ve özellikle de “Fransa ve İngiltere'den kültür ithal etme belgesidir.”

O fermanı Sultan Abdülmecid'in emriyle Mustafa Reşid isminde bir adam okudu. (Bazıları ona Koca Mustafa Reşid Paşa deseler de cüce bir adamdır o.)

Tanzimat Fermanı bu topluma, “senin öz değerlerin ve senin Ecdadından gelen yaşam biçimin geridir, Avrupa’nın değerlerini benimsenen gerekir” diye bir fikir aşılayan aşağılık bir belgedir. Kendilerini kompleksli gören bir güruhun bir dayatmasıdır Tanzimat Fermanı.

Cemil Meriç’e göre, Tanzimat Fermanı’ndan sonra Türk aydını, Batılı dostları alınmasın diye “hazinelerini gizlemeye çalışan bir zavallı” konumuna düşürülmüştür. Hazinelerini gizlemeye çalışan Türk aydınları bir süre sonra hazinelerinin varlığını bile unutmuş ve önceden düşman olarak gördüğü Batı’yı bırakın düşman görmeyi Batı’nın putlarını dahi kutsal saymaya başlamıştır. Böylece dev, papağanlaştırılmıştır. Cemil Meriç, hüviyetini kaybeden ve irfanıyla alakasını kaybeden aydınları, bazen “müstağrip” bazen de “Batı’nın yeniçerisi” olarak nitelendiriyor.

Kültür ithal eden bir Ülke, kültürünü aldığı Ülkenin “borazanını öttürür.” (Cemil Meriç, buna “papağanlaşma” diyor ben başkasının borazanı ile “kuru gürültü çıkarma” diyorum. Papağanda öter, borazan da öter.)

Sözün özü siz buna ister papağan gibi ötme, ister borazan gibi ötme deyin, sonuçta “başkasının sesi” oluyorsunuz. Papağanlar başkasını taklit eder, başkasının borazanını öttüren de taklitçidir.

Neticede her ikisi de kültür ithalatçısıdır.

İşte bu toplum 1839’dan bugüne kesintisiz kültür ithalatçısı yapılmıştır. (Kültür ithalatının hacmi ve boyutu 1839’dan 1923’e gelindiğinde devasa artmıştır. 1839’da Fransa ve İngiltere ağırlıklı kültür ithalatı varken, 1923’te İsviçre’den, Almanya ve İtalya’dan da kültür ithalatı başlamıştır. Nasıl mı oldu o? Adamların kanunlarını almadık mı? Bunların ayrıntılı açıklamasını sonraki yazılarımda yazacağım, inşallah.)

Evet, bu Ülkede 1839’da başlayan ve 1923’de artan kültür ithalatçılığı devam etmektedir.

Bu Ülke hiç mi kültür ihraç etmemiştir? Soruyu öyle sormayalım.

Kendi özü ve kendi has değerleri kaybettirilen ve adeta Batı'nın bir kopyası haline getirilen bir Ülke, kültür ihracatçısı olabilir mi? Olamaz elbet.

Kopyanın asıl yerine geçtiği nerede görülmüş? Kopyacılar, kültür ihraç edemez. Böyle bir şey onların aklına dahi gelmez.

Kültür ihracatçısı olmak için özüne ve has değerlerine dönmen gerekir.

Öz değerlerinden habersiz, has değerlerinden koparılmış bir toplum kültür ihracatı yapamaz.

Zaten bu Ülkenin 2000'li yıllara kadar da “kültür ihraç etmek gibi bir hedefi de olmamıştır.” (2000'li yıllardan sonra kültür ithali ve kültür ihracı birlikte sürmüş gözükse de elbette ithalat ihracattan yine kat be kat fazladır.)

Bu Ülke nasıl kültür ithal ettiğini de ilerideki yazılarımızda anlatalım, inşallah.

Yazarın Diğer Yazıları