86 yıl sonra kılınan Cuma namazıyla yeniden ibadete açılan ben Ayasofya! derken kibirden uzağım. Niyetim yeniden cami olmanın verdiği gururla kendimi anlatmak ve anlaşılmak.
Bu hızına yetişmekte zorlandığımız gündemlerin ortasında bize kendini anlat, Müslümanların Cami-i Kebir’i Ayasofya…
Her yeni güne gök kubbem altında hayatımdan gelip geçenleri düşleyerek hazırlanırım. Hükümdarlar gördüm. İhtişamım karşısında etkilenen insanlar gördüm. Çökmelere, depremlere, yangınlara ve savaşlara göğüs gerdim. Asil duruşumdan hiçbir şey kaybetmeden 537 yılından beridir ayaktayım ve misafirlerimi bekliyorum. Benim misafirlerime ikramım, Ayasofya’nın içinde tarih yolculuğu ve huzur.
Ayasofya, sen fethin sembolü, Fatih Sultan Mehmet’in emanetisin!
Hikayesinin başlangıcı 4.yüzyıl. İskoçya’dan Kızıl denize, Fas’tan Dicle ırmağına kadar uzanan bir imparatorluk ile başlayan süreç. Dünya mimarlık tarihinin en büyük anıtlarından. Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da, Sultan Ahmet Meydanına yapmış olduğu en büyük kilise! İşte o Ayasofya’nın ta kendisi. Aynı yerde üç kez hayat buldu.
İlk olarak 1.Konstantios tarafından 360 yılında inşa edildiği vakit adı, Megale Ekklesia (Büyük Kilise) oldu. Latin mimarisi tarzında, bir sütunlu ve ahşap çatılı olarak inşa edildi. Ön tarafında birde atrium yer almaktaydı. 404 yılında Konstantinopolis Patriğinin imparator Arcadius’un eşi ile çatışması nedeniyle sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyan sırasında, yangına maruz kaldı, tahrip edildi.
İkinci kez, 415 yılında 2. Theodosis’in emriyle, Rufinos adlı mimarın eliyle yeniden hayat buldu. Özellikleri hemen hemen ilki ile aynıydı. Fakat bu seferde 532’de çıkan Nika ayaklanması Ayasofya’yı yaktı yıktı. Nika ayaklanması, 532 yılında Konstantinopolis’te meydana gelen şehrin görmüş olduğu en şiddetli ayaklanmadır. Şehrin yarısı yanmış ve zarar görmüştür. On binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Geriye kalan hatıralardan en önemlisi, batı tarafında açık hava müzesinde bulunan ve 12 havariyi temsil eden kuzu kabartmaları.
Ben Ayasofya, yılmadım!
Ayasofya, üçüncü kez hayat bulmak üzere yola koyuldu. İmparator 1. Justiniaus ayaklanmadan birkaç gün sonra öncekilerden daha büyük ve ihtişamlı olarak inşa edilmesi yönünde karar verir ve 532 yılının Şubat ayında çalışmalar başlar. Bu sefer ki mimarlar, fizikçi İsidoros ve matematikçi Anthemius. Plana yönelik çeşitli efsaneler mevcut. Bunlardan biri, bir gece İsidoros taslak çalışması yaparken uyuyakalır. Sabah uyandığı vakit Ayasofya’nın hazır haldeki planını önünde bulur. O güne kadar hazırlanan planların hiç birini beğenmemiş olan imparator bu planı çok beğenir. Buna göre yapılması emrini verir. Bin usta, on bin işçi ile inşaat beş yılda tamamlanır.
Yaklaşık 7500 metrekarelik iç alana sahip, Ayasofya’nın iki katlı yapısında kendine yer bulan her bir taş, bir hikaye barındırır. 70 ton ağırlığında 107 adet sütunların çoğu binadan daha eskidir. Bunun nedeni, bu sütunların Efes’teki Artemis, Mısırdaki Güneş ve Lübnan’daki Baalbek tapınakları başta olmak üzere bir çok tapınaktan getirilmiş olmasıdır. O yıllardaki şartlar itibarıyla bu sütunların İstanbul’a nasıl taşındığı konusu ise hakikaten merak etmeye değer. İç kısımda Ayasofya’nın iç dünyasına yumuşaklık katmak için duvarlarda damarlı mermerlerin kullanılmasının yanı sıra, Mısırdan getirilen kırmızımsı bir taş olan porfir, Yunanistan’dan yeşil porfir, Suriye’den getirilen sarı taş kullanılmıştır. Ayrıca beyaz mermerler Marmara Adasından, Kara taşlar da İstanbul’dan temin edilmiş.
Depremlere karşı önlem olarak inşaat sırasında Ayasofya’nın altına su sarnıçları yerleştirilmesine rağmen depremlerden bir hayli yara aldı. Statik yetersizlik nedeniyle 21 yıl sonra, 558 depreminde ana kubbe tamamen çöktü. Bu duruma bir hayli üzülen hatta efsaneye göre, üzüntüsünden imparatorluk tacını bir ay boyunca takmayan İmparator Justiniaus, fizikçi İsidoros’un yeğeni genç İsidorus’u restorasyon çalışmaları için görevlendirdi. Genç mimar daha hafif malzemeler kullanarak ve kırk kaburga ve kırk pencere ile desteklediği kubbeyi yaklaşık 7 metre yükseltir. Onarımdan yaklaşık 4,5 yıl sonra 562 yılında yeniden kapılarını açar.
Ayasofya başına gelen onca felaket yetmezmiş gibi, hiç hak etmediği haksızlığa maruz kaldı. 4. Haçlı seferi sırasında Venedikli bir grup tarafından yağmalandı. Birçok kutsal emanetin yanında altın ve gümüşten yapılan değerli eşyalar çalındı.
İki İmparatorluğa ev sahipliği etmiş olması nedeniyle, her bir köşesinde tarihe tanıklığın göstergesi olarak, İmparatorların öyküsü ve unutulmak istemeyen medeniyetlerin arkalarında bıraktığı izlerin tabloları duvarlarında asılı durur. Mozaikleri altın, gümüş ve renkli cam parçalarından. Özellikle “yakarma” anlamına gelen Deesis, Bizans mozaik sanatının şaheserlerinden. Ayasofya’da “Ya Fettah” yazılı maden dökümlü kapı tokmakları fethin sembolü niteliğindedir. Yine 3. Murat döneminde getirilen mermer küplerden kandillerde ve bayram namazlarında şerbet dağıtılırmış.
İmparatorların taç giyme ve vaftiz törenlerine, Sultanların okudukları hutbelere tanıklık eden Ayasofya, 5. yy’dan İstanbul’un fethine kadar, Hagia Sophia (Kutsal Bilgelik) olarak dillerde yer buldu.
1453 yılında İstanbul’un fethiyle Ayasofya için Osmanlı dönemi başladı. İlk olarak ayakta kalmasını sağlayacak tedbirler alındı. Mimar Sinan tarafından etrafına dev payandalar (dayak, destek) eklendi. Bunlar sayesinde yıkılmaktan kurtuldu. Müslümanların ibadet edecekleri bir yer olarak tasarlanma çalışmalarında ilk olarak bir minare eklendi ve minarelerin eklenme ve yenilenme süreci ve Ayasofya’ya en çok ilgi gösteren padişahlardan Sultan 2. Selim ve 3. Murat zamanında mimar Sinan tarafından devam ettirildi. Bu nedenle farklı zamanlarda yapılan dört minare birbirinden farklıdır. Sultan Abdülmecid döneminde ise, İsviçreli Gaspare ve Guiseppe Fossati kardeşler tarafından kapsamlı onarım ve tadilat geçirir. Günümüze ulaşan hünkar mahfilinin Fossati kardeşler tarfından yapıldığı bilinenler arasında. Dahası bu geniş kapsamlı onarımdan sonra, Ayasofya tamir madalyası bastırılır.
16. ve 17. Yüzyıllarda Ayasofya’nın içine bir çok anlamda eklemeler yapılmakla birlikte, dış kısmına, medrese, sıbyan mektebi, muvakkithane, şadırvan, sebiller, güneş saatleri gibi yapıların eklenmesiyle Ayasofya külliyeye dönüşür.
Ortadoks dünyasının merkezi olarak 916 yıl boyunca Hristiyanların ibadet yeri olan Ayasofya için, fetih sonrası artık 482 yıl sürecek cami dönemi başlamıştı. Bu saatten sonra ihtişamlı kubbesiyle, evrenin sınırlarını zorlarcasına dünyaya seslenen, İstanbul fethinin sembolü olarak Ayasofya, artık Osmanlının Cami-i Kebir’idir.
Ayasofya’nın bakım ve onarımı uzun yıllar boyunca Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan bir vakıf tarafından sağlanır. Çeşitli kaynaklardan elde edilen 14.000 altın geliri Ayasofya vakfına tahsis edilir.
Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra ilk Cuma namazını Ayasofya’da kıldığı bilinir. Cuma namazından sonra Fatih karşısında Kabe’yi gördüğü ve Hızır (as)’ın sütuna parmağını sokarak yönünü kıbleye doğru çevirdiği rivayetler arasındadır. Ayasofya’nın Müslümanlar için önemi büyük ve günümüze kadar gelmesinde önemli role sahip Fatih Sultan Mehmet’in yaptıkları ve söyledikleriyle Ayasofya’nın değeri katlanarak artmıştır.
Dünyanın en uzun süre ibadet edilen mekanı olarak 1500 yıl tüm insanlığa kapılarını açan “Doğu ve Batı dünyalarının kavşak noktası cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya” yım ben, büyük üstad Necip Fazıl’ın şiirindeki gibi. Tarihimin sessizce beni terketmesine müsaade etmedim, etmeyeceğim. Kapım herkese açıktır. Yeter ki niyetiniz iyi olsun…
Ayasofya aziz hatıradır, ata yadigarıdır. Bize düşen emanete sahip çıkmak…